PTT HAYAT

-Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Doğup büyüdüğünüz yer, eğitimiz, ilgileriniz… 

1979 Kayseri Sarız doğumluyum. Sarız Kayseri’nin en küçük ve kendisine en uzak ilçesidir. Sadece Kayseri’ye değil birçok şeye uzaktı. Ama bu uzaklığın henüz o yıllarda farkına değildim. Sarız’ın ne kadar küçük olduğunu İstanbul’da kazandığım üniversiteye gidince anladım. O yaşıma kadar dışarıyla temas kurmamış olmanın etkisiye  yaşadığım çatışma haliyle biraz sert oldu. Bildiğim çoğu şeyin orada  bir karşılığı, bildikleri her şeyin de ben de bir karşılığı yoktu. Bu çatışma ileri yaşamımdaki çoğu şeyi etkileyecekti. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, gazeteci olma hayaliyle geldiğim bir yerdi. Ama henüz okurken o mesleği yapamayacağımı anladım. Çünkü hayallerimde durduğu gibi durmuyordu. Belki de İstanbul beni boğuyordu. Gazeteciliği bahane ediyordum. Bunu bilemiyorum. Geçmişteki duygularımla ilgili net konuşamıyorum. Onları hatırlamadığım için değil, daha çok o duyguların bana ait olup olmadığından emin olamadığım için yapıyorum bunu. Hatırladığım ve emin olduğum tek duygu öfkeydi.  En çok da kendime karşıydı. Herkes gibi net cümleler kuramayışıma, planlar yapamayaşıma sinirleniyordum. Sanki herkes biliyordu da, bir tek ben bilmiyordum bu hayatı yaşamayı. 

 -Fotoğraf serüveniniz nasıl başladı? Sizi fotoğraf çekmeye iten neydi?

Henüz başlardayken, kendimi yeterince keşfedemediğim  yıllarda bu soruya “ideal” yanıtlar verdiğimi farkettim. Fotoğraf çekmeyi çok sevdiğimden, görüntülerin beni etkilediğinden, insanlara görmediği başka bir ayrıntıyı, başka bir duygu halini göstermekten keyif aldığımı ve buna benzer güzel cümlelerden bahsederdim. Yanıt gibi duran bu cümleler elbette yanlış değildi. Ama tam olarak sorunun cevabı değildi.  10 yaşındayken o sabah eve gelen ve hayatımda ilk defa gördüğüm bazı şeyler, ben henüz farkında olmasam da beni fotoğrafa başlatmıştı.  Bazı şeyler dediğim şeyler, ağabeyimin eve getirdiği stüdyo ekipmanlarıydı. Yamuk taslar, eğri ve aşınmış hatta yer yer paslanmış ayaklıklar, tozlu demir yığınlarıydı bunlar.  Ağabeyim Kayseri’de kapanan bir studyonun ekipmanlarını ucuza kapatmış ve ilçede fotoğraf yapmaya karar vermişti. Bu kararına, babamın verdiği yüksek sesli yanıt uyandırmıştı zaten o sabah beni. “Götür geri ver”.  Götürüp geri verseydi ya da o sabah o eve başka bazı şeyler gelseydi muhtemelen fotoğrafa değil başka şeye başlayacaktım. Gerçek bu.

İstanbul’da ne olduğumu ve ne yapacağımı aradığım yıllarda  fotoğraf makinasını tekrar elime aldım. Ama bu defa vesikalık ya da topluluk fotoğrafı çekmeyecektim. İstanbul Şişhane’de avize fotoğrafları çeken bir fotoğrafçının yanında asistanlık yapmaya başladım. Şanslıydım. Avizelerin renk geçişleri, parlaklıkları, yansımaları bana renk ve ışık konusunda çok şey öğretti. Bu çalışma şeklini sevmiştim.  Nihayet bir çıkış yolu bulmuştum ve alternatif bir yaşam gerçekleştirebilirdim. Buna rağmen fotoğraf makinası ile para kazanmak beni sadece meslek sahibi yapar. Fotoğrafın duygularımı ifade etmek için bir argüman haline gelmesi ise çok daha sonra oldu. 

 Fotoğrafla ilgili amatör dünyayla tanıştım. Etkinliklere katıldım. Doğada fotoğraf çekmeye başladım. Bu yolculuklarda çok sevdiğim hocalarım ve fotoğrafçı arkadaşlarım oldu. Böyle böyle kendi dünyamı inşa ettim. Sonra da bunu göstermek istedim. Böyle bir dünya da var demek istedim. 

Başlangıç bu şekilde oldu. Elbette zamanla değiştiği ve dönüştüğü yerler oldu. Kendi dünyam değiştikçe fotoğrafların renkleri de değişti. 

 -Aynı zamanda video da çekiyorsunuz. Hangisi daha keyifli? 

Her ikisi de çok keyifli benim için. Video hayatıma sonradan girdiği için daha çok heyecanlanıyorum. Sadece görüntüye değil, seslere de kulak kabartmak gerekiyor. Sadece çekmek yetmiyor, görüntüleri sıralamak da duygu akışını değiştiriyor. Sanırım ilerleyen zamanlarımda video, fotoğraftan daha çok yer kaplayacak hayatımda. 

-Fotoğraflarınızda karla kaplı düzlükler, kuzular, atlar görüyoruz çoğunlukla. Yaşadığınız toprakları bir fotoğrafçı olarak insanlara aktarmak nasıl bir his?

Aslında var olan dünyanın topraklarını, yaşamlarını aktarmak gibi bir derdim hiç olmadı. Ben kendi kurduğum  hayali dünyanın topraklarını, yağmurlarını, bulutlarını,  kendi halindeliğini ya da koşuşturmasını  aktarmaya çalışıyorum. Bu imgeleri aktarmaya çalışırken de kendi ayak  izlerimden faydalanıyorum. Hepsi benim platom, oyuncum, dekorum. Başka bir ülkede yaşasaydım şüphesiz başka oyuncularım olacaktı. Nihayetinde hepsi birer araç benim için. Ama deneyimlediğim, bildiğim enstrümanlarla fotoğrafı yapmak beni daha çok mutlu ediyor. Fotoğrafımız izleyen kişinin ülke ülke gezmesinden ziyade o duygudan bu duyguya bir seyahat yaşamasını umut ediyorum.  Fotoğraflarım coğrafyayla ilgilenmiyor. 

Hatta bazen fotoğraflarımın etkisiyle yanıma gelen arkadaşlarım hayal kırıklığı yaşıyor. O fotoğrafların, o coşkunun bu coğrafyada olmadığını söylüyorlar. Garip şekilde bu beni mutlu ediyor. Çünkü aslında çektiğim şey zaten oranın fotoğrafı değildi.   

 -Fotoğraf çekerken sizi besleyen en önemli unsur ne?

Tabi ki  yaşamın kendisinden besleniyorum. Yani fotoğraf çekmediğim zamanlardaki yaşadıklarımdan. Bu her şey  olabilir. Ama en çok çatışmalar ve hayat içindeki sıkışık duygular fotoğrafa yön veriyor.  Buna beslenmek demek doğru mu tam olarak emin değilim. Çünkü sırf kendimi beslemek için gönüllü olarak çatışmalar ve sıkışıklıklar yaşıyor değilim. Sürekli fotoğraf çekerek fotoğraflarım gelişmiyor. Aksine durduğum zamanlarda üzerine koyuyorum  

 -Bir röportajınızda Roland Barthes’in Studium ve Punctum ayrımına değiniyorsunuz? Sizin için önemli olan fotoğraftaki anlam mı yoksa bizi etkileyen, vurulduğumuz anlar mı? Bu konuyu biraz açar mısınız?

Fotoğraflarımın ışığı çoğunlukla geçmişin gölgesinde beliriyor. Yani beni ben yapan şeylerle fotoğraf çekiyorum. Ama izleyen de kendisini kendisi yapan şeyler ile fotoğrafı izliyor.  Her ne kadar o fotoğrafı çeken kamera benim gözümde olsa da, izleyen de kendi kamerasıyla fotoğrafı izliyor. Kendisiyle ilgili şeyleri tarıyor. Yani fotoğrafımın içinde bir fotoğraf da kendi çekiyor. Bazen her ikimizde aynı fotoğrafı çekiyoruz. Bazen ise bambaşka alemlerde geziniyoruz. Dramatik bir şekilde fotoğrafçı çektiği fotoğraflarda çoğu zaman hala yalnızdır.  Gerek kendisini ifade etmek için, gerekse anlatma ihtiyacını gidermek için çıktığı bu yolda, herkes fotoğrafından bir parça koparıp başka bir ifadeye dönüştürüyor. Bunu bile bile bir fotoğrafçı neden hala fotoğraf çekip bunu diğerleriyle paylaşır? Bence fotoğraf diğerlerine gösterilen ama göstermek için çekilen bir şey değil. İçerisinde “diğerleri” diye bir kaygı barındırmayan kişisel bir yansımadır. 

-Çektiğiniz fotoğrafların üzerinden zaman geçtikçe tekrar tekrar bakıp “ışığı daha güzel ayarlayabilirdim, başka lens kullansaydım bu karede” gibi şeyler söylüyor musunuz? Yani fotoğrafları roman ya da şiir gibi yeniden değerlendirmek mümkün mü sizin için?

Fotoğrafın çekildiği anlar ve koşullar doğası gereği emsalsizdir O an ve o ışık hiçbir zaman tekrarlanmayacaktır. Çünkü karşımda bir tiyatro yok. Bugün yanlış objektifle çektim, yarın doğrusuyla çekeyim dediğimde bu mümkün olmayacak. Çünkü yeniden aynı oyun sahnelenmeyecek. Çekimleri tamamladıktan sonra memnuniyet duygusunu çok nadir yaşarım. Yolunda gitmeyen bir şeyler  mutlaka vardır.  Ben çekimlerimde doğal ışık kullanıyorum. Güneşe ve diğer kontrol edemediğim koşullara bağımlıyım. Daha önce bahsettiğim kendi dünyamın ışığını beklemek zorundayım. Yılın belirli zamanlarında, bazen rüzgarla birleşen, bazen sisle ve tozla harmanlanan bu ışıkla karşılaştığımda ise işi sansa bırakmamak için defalarca çekerim. Objektifimi değiştiririm, bakış yerimi değiştiririm. O kısa zamanda olabildiğince varyasyon denerim. Yine de eksik kalır. Sürekli kendi içinde gelişen ve derinleşen bir süreç bu. Başlarda kabaca unsurların peşindeyken, zaman geçtikçe derinlerde yer alan değişimleri fotoğraflamakla ilgilenmeye başlıyor insan. 

-Fotoğraf ve ışık ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Bir yorumlama aracıdır. Fotoğrafın iki boyutlu dünyasını derinleştirmek için de, mekanik çıktısını canlandırmak için de ışığın gücünden isfitade ediyoruz. Sabit bir mekandaki sabit bir objeyi bile gün içinde değişen ışıklarla farklı duygulara evirebiliriz. Somut dünyayı soyutlaştırmaktır, kişiselleştirmektir.  Esas olan ışığın kendisi değil bizim onu kullanış biçimimizdir. Fotoğrafa ilk başladığım yıllarda ışığın kendisini çekerdim. Çünkü o zamanlarda “fotoğraf ışıktır” diye tanımlamalar sıkça yapılırdı. Ben de bu öğretilerin etkisinde lezzetli ışıkların peşinde koşardım. Işığı güzel bir fotoğraf çektiğimde, fotoğraf denilen şeyi çektim zannederdim.  Fotoğraflarımda yeterince ışık vardı  ama  “ben”den hiç yoktu. Fotoğrafın en iyi ışığı yakalama yarışı olmadığını anladığımda, ışığın büyüsüne de kendimi kolay kolay kaptırmıyorum artık. 

-Sizin için ışık ya da karanlık fotoğraflarınızı nasıl etkiliyor? Çekim esnasında ışık kadar karanlıktan da besleniyor musunuz?

Aslında ışığın nasıl görüneceğine kendisi değil, karanlık karar veriyor. Bir mum ışığı gündüz farklı, gece farklı görünür. Aynı mum aynı güçte yanmasına rağmen onu saran karanlığa göre etkisini değiştiriyor. O halde burada belirleyici olan ışık mıdır, karanlık mıdır?.Ben fotoğrafı oluşturmaya karanlıktan başlıyorum. Örneğin kapalı havada fotoğrafa çıkıyor ve son anda kendisini gösterecek güneş ışığını bekliyorum. Rutin olan güneşin hep belirli bir yörüngede doğup batması. Rutin olmayan ve düzensiz olanlar ise bulutlar, sisler, yağışlar. Yani kısmen de olsa yorum payımızın olduğu unsurlar bunlardır. Mesleğim gereği de fotoğrafçılık yapıyorum. Tabiki orada tamamen yapay ışık kullanıyoruz. Aydınlatmak istediğimiz dekorun kimliğini yansıtabilmek için ışığın nereye düşeceğinden ziyade nereye düşmeyeceği üzerinden denklem kuruyoruz. Işığı kesen düzeneklerle koyu alanları belirliyoruz. Işığı gösterebilmek için karanlığı dizayn ediyoruz.

Güneşin yoğun olduğu koşullarda zorluklar yaşıyor musunuz? Nasıl çözümler üretiyorsunuz?

Güneş ışığının sert olduğu saatlerde fotoğraf çekmiyorum. Bu, o saatlerde fotoğraf çekilemez anlamına gelmemeli. Günün her saatinde fotoğraf çekilebilir. Tamamen içsel bir durum. Ben daha yumuşak bir üslup kullanıyorum. Renklerimin de ışığımın da yumuşak olmasını istiyorum. Anlatacağım şeyleri bağırarak değil bir fısıltıyla söylemek istiyorum. Bahar ve kış aylarında nispeten daha elverişli bir atmosferle karşılaşıyorum. Yazın ise çok nadir. Örneğin bu yaz iki ya da üç kere fotoğraf çekmeye çıktım. Çekmek zorunda olmadığım için bir çözümde üretmiyorum.  

Günümüzde mobil fotoğrafçılık oldukça yaygın. Bir tarihi eserin önünde fotoğraf çekerken “ters ışıkta duruyorsun, güneş arkanda kalıyor” diyen insanların sayısı arttı diyebiliriz aslında. Sizce çok fotoğraf çekerek sosyal medya aracılığıyla anında paylaşım yapmak doğayla ya da nesnelerle olan ilişkimizi değiştiriyor(etkiliyor) mu? 

En başta dünya küçüldü. Seyahatler arttı. İnsanların dokunduğu, dinlediği ve gördüğü şeylerin sayısı arttı. Çoğunlukla bir nesneyi değerli yapan onun az olmasıdır. Az görülmesidir. Ama günümüzde en başta az olanlara hücum edildi. Haliyle bugüne kadar tasarlanmış önem haritası da değişmiş oldu. İlk başlarda Eyfel Kulesi, Galata kulesi gibi yerler gidilmesi gereken yerler listesindeydi. Ama artık ücra yerlerdeki bilinmeyen ya da az bilinen yerler önem kazandı.  Sosyal medya bir anlamda insanın keşfetme dürtülerini kışkırttı. Elbette bunu imaj olarak yapanlar da var sahici olarak yapanlar da var. Kendini keşfetmek için doğayı keşfeden insanlar bence en doğrusunu yapıyor. Bunun üzerine belki çok daha fazla konuşulabilir ama fotoğraftan epeyce uzaklaşabiliriz 🙂

-Fotoğrafı iyi ya da kötü olarak değerlendirmediğinizi biliyorum. Peki iyi ışık ya da kötü ışık var mıdır? Yoksa makinelerin teknik kapasitesi arttıkça mı bunu düşünmeye başladık? (daha önceki ışıkla ilgili sorularda sanki bunu da yanıtlamış oldum. Bu soru geç kaldı biraz 🙂

-Bir koleksiyonunuz var mı? Fotoğraf, pul vb.?

Bir koleksiyonum yok 

-Peki mektup yazıyor musunuz?

En son sanırım 20 yıl önce yazdım.

Yorum

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir