Fotoğrafın İzleyeni Olmak

Soru: Fotoritim ( Levent Yıldız)

Cevap: Hüseyin Taşkın

– Eğitim konusunu habire irdeliyoruz ama bir konuyu tekrar tartışmak ve fikirlerin ile altını çizmek istiyorum. Fotoğrafın teknik eğitim kısmında “takıldığım” kurallar ve kuralcılıklar var. Ben de fotoğraf değerlendirmeleri yaparak bunları kullanıyorum. İşte altın oran, bakış açısı, kadraj sıkışıklığı, ışık patlaması vs.vs. … Bu kuralları geçemeyen fotoğrafları çok beğensem(k) bile “bir de şöyle şöyle olaymış” diyerekten alttan alttan kulak çekmemizi de yapıyorum(z)… Sen sanatçının hür ve özgür olmasından yanasın söylemlerinle. Öte yandan teknik konularda da eğitim veriyorsun. Elbette estetiğin, sanatın yüzyıllardır süre gelmiş kuralları, doktirinleri var… Peki, Nikos ve Trent, benim hayran olduğum iki fotoğrafçı ve onlardan seçtiğim iki örnek;

fotograf_izlemek

 

Bu ve benzeri fotoğraflar… Ne diyebiliriz? Sanat kaygını bir yana bırak ne çektiğine bak mı? Bu konuları toparlamanı isteyeceğim senden anlatımınla…

– Bahsettiğin şekilde her fotoğrafı belli başlı teknik prensipler eşliğinde değerlendirmek; bütün cümleleri dil bilgisi ve yazım kurallarıyla yorumlamaya benziyor. “Keşke dolaylı tümleci ortada kullansaymış!” “Ben olsam yüklemi cümlenin sonunda kullanırdım!” gibi.. Bizler de aslında temel fotoğraf eğitimlerinde gördüğümüz, okuduğumuz şeylerin “fotoğrafın dil bilgisi” olduğunu kabullenirsek, durumu belki biraz daha rahat kavrayabiliriz. Fotoğrafın alfabesi “ışık” ve “gölge”dir. Kendi dilimizde kullanacağımız 29 harf varken, fotoğrafta söyleyeceğimiz her şey için bu 2 harfe ihtiyacımız var. Temel fotoğraf eğitimlerinde bu harflerle nizami cümle kurmak öğretilir. “Ali topu at” öğretilirken “At topu Ali” öğretilmez. Değişik cümle kurma yöntemleri için daha fazla süreye ihtiyaç vardır.

Buraya kadar sorun yok, sorun bundan sonra başlıyor..

Bir ay gibi süren bir eğitim sonrası, hem eğitim verenler hem de alanlar tarafından -belki farkında olmayarak- sanki süreç tamamlanmış gibi bir intiba yaratılıyor. Bu yüzden ondan sonra okunulan her cümle “Ali topu at”a hizalanmaya çalışılıyor.

Oysaki şairler, kısa ve belki de devrik cümlelerle eserler oluştururken, bir roman yazarı da betimleyerek, ekleyerek, yorum katarak bizim temel olarak gördüğümüz bilgilerin çok ötesinde yöntemler kullanıyor. O kadar kısa sürede, hem teknik hem de farklı ifade yöntemlerini öğrenmek mümkün değil. Aslında ilkokul 1. sınıfın sonunda karnede gördüğümüz güzel notlar eşliğinde gayet de mezun bir edayla her görselin bilirkişiliğine soyunuyoruz. Fotoğraf için asıl olan “dil bilgisi” değil “hayat bilgisi”dir demek yanlış olmaz sanırım.

Fotoğrafları “bilirkişi” ya da “öğreten adam” edasıyla izlemek sanırım bir hastalık. Fotoğraf; sadece fotoğrafçılar için çekilmiyor. Eğitim süreci haricindeki fotoğrafların hedeflediği şey “hadi bana fotoğrafı öğretin” olmamasına rağmen, bizler büyük bir iştahla ve bir kriminolog edasıyla elimizdeki cetvellerle fotoğrafı masaya yatırıp ölçmeye başlıyoruz. Hesaplar tutmazsa (fotoğraf eğriyse) aynı cetvelle fotoğrafı dövmeye başlıyoruz.

Fotoğraf izlerken neden kendimiz gibi olmayalım ki? Kendi aile albümümüze bakarken nasıl ki o fotoğraflara “kişisel iç dünyamızla” dahil oluyorsak, aynı şekilde başka birine ait fotoğrafa bakarken de kendimiz olabiliriz. Birkaç yıl fotoğrafla ilgileniyoruz diye iç dünyamızın önünü neden bu şekilde tıkıyoruz. Bu yüzden ben “Roland Barthes” in Camera Lucida’sında bahsettiği “Punctum” tezini önemsiyorum. Yani bir fotoğrafta insanı asıl etkileyen “delen” şey fotoğrafın herhangi bir yerindeki “şey” le kurduğumuz içsel iletişimdir. Bu bizi “fotoğraftan anlamayan”, “fotoğraf bilmeyen” sınıfına koymaz. Aksine fotoğrafla daha barışık bir yolculuk yapmış oluruz. Fotoğraf “eğitim maksatlı” çekilmişse bırakalım olup-olmadığını eğitmeni söylesin (Hemen “fotoğraf terbiyecisi” kesilmeyelim). Fotoğraf bir sanatçı tarafından çekilmişse bırakalım “sanat eleştirmeni” tarafından analiz edilsin. Biz kendimize bir rol üstlenmeden, sıfatlarımızdan arındırılmış bir şekilde yorumlayalım. Yorumlamak da şart değil. Çünkü bazı çalışmalara dahil olamayabiliriz. Bazı fotoğraflar bizim algı dünyamızla hiç çakışmaya da bilir. Böyle bir durumda fotoğrafın karşısında bekleyip hipnoz nöbeti tutmaya da kanımca gerek yok. Ama senin de örnekte ifade ettiğin gibi bazı sanatçılara karşı hayranlık duyabiliriz. Bu hayranlık onları daha fazla tanımaya itebilir. Yaptığı fotoğrafın neye karşılık geleceğini daha çabuk kavrayabiliriz. İlgilendiğimiz, sevdiğimiz insanları önemser ve bu yüzden takip edebiliriz. Diğer açıdan, dünya görüşünü ve fikirlerini benimsemediğimiz bir insanın eserlerini de sevmeyebiliriz. Çünkü; bir eser aynı zamanda, fikrin biçime bürünmüş halidir. Bazen de bir fotoğraf bizi sadece ferahlatır, hayata dair yorgunluklarımız alır. Bir sevinç aşılar. O fotoğrafın, izleyenini neden böyle bir etkiye soktuğunu kendi adıma anlamaya çalışırım.

Diğer bir hastalık ise çekilen her fotoğrafın bizim beğenimize sunulduğunu zannetmek. Sadece “Ben beğendim” ya da “ben beğenmedim” şeklinde bir reaksiyon, lezzet testi yapan jürilerin yüzündeki kas hareketlerine anımsatıyor. “Beğendim” demenin arka planında belki “yaptığın işten anlıyorum” mesajı verilirken, “beğenmedim” ifadesinin arkasında da “aslında ben senden daha iyi biliyorum” gibi saklı bir mesaj olabilir. Yani bu reaksiyon eser için değil de, daha çok insanın kendi kaygıları için söylenmiş sözler gibi geliyor bana. Tabi ki bu bir genelleme değil. Ama şahit olduğum durumlar, bunu daha rahat söylememi sağlıyor. (Biliyorsun bu çevrede samimiyetsiz ifadelere de sıkça rastlıyoruz, özellikle fotoğraf

sergilerinde). Olayı sadece “beğeni” noktasında tutmanın; ifade kısırlığını naif bir bir edayla kamufle etmek gibi psikolojik nedeni de olabilir. Bir fotoğrafı “beğeni” düzeyinde yorumlamak bana göre gayri ciddi bakıştır.

Bir de , doğru kullanıp kullanılmadığından emin olmadığım “fotoğraf okumak” diye bir tabir var. Yani “foto-çözümleme”. Bir fotoğrafın içinde gizlenmiş kimi kodları, şifreleri, saklı ya da açık göstergeleri anlamlandırmak şeklinde açıklanabilir. Eğer ki bir fotoğraf, göstergeler üzerinden anlamlandırılacaksa zaman ve bilgiye ihtiyaç var. Bir fotoğrafa bakar bakmaz alt anlamlarını okumak normal bir izleyici için beklenen bir görme şekli değildir. Fotoğrafın çeken-yapan tarafında olan bizler için de bunu yapmak biraz güç. Kişisel olarak gösterge bilime karşı ayrı bir ilgim olsa da “fotoğraf analisti” olmak başka süreçlerden geçmeyi gerektiriyor. Fotoritim’in önceki sayılarında bu şekilde fotoğraf okumalarını içeren birkaç makale okumuş ve keyif de almıştım. (bu arada ilk fotoğraf gösterge-bilimsel okumaya elverişli duruyor)

Önüne geçilemeyen başka bir gerçek var ki, o daha önemli. Fotoğrafa bulaşan biri; hem öğrenen, izleyen, çeken, sunan, yorumlayan, eleştiren, paylaşan, alkışlayan tarafında hem de bunların tersi tarafında yer alıyor. Ya da bunların hepsini yapması gerektiğini zannediyor. Doğal gibi görünen bir durum olarak algılanabilir, ancak bir kaç örnekle açmaya çalışayım. Bir sinema filmine sadece filmle uğraşan kişilerin, bir yazarın imza gününe sadece yazıyla uğraşanların ya da bir müzisyeni dinlemeye sadece enstrüman çalanların gittiğini düşünün. Teknik çok konuşulmaya başlanır. “Duygu – ifade” gibi sözcükler, “nitelik ve başarı” gibi daha çok profesyonel dünyaya ait sözcüklerle yer değiştirir. Bu durum, insanı zamanla kör ve sağır eder. Sonra da birbirimizi ağırlar dururuz. Dışa kapanan, büyük bir fotoğraf cemaatinde, daha fazla yer kapma hevesi baş gösterir sonra. Kendi değer yargılarını, kendi hiyerarşisini oluşturur. İnsanlara vaktinden önce yüksek özgüven aşılanır. Övgü mekanizması ters çalışmaya başlar. İyiye burun kıvrılır, kötü övülür hale gelir. Kısacası doğal doku bozulur. İzler birbirine karışır. Kafa karışır. Karıştırılır. Etik sorunlar ortaya çıkar. Tribün baskısı oluşturulur. Amatör ruh, yüzeysel kaygılara dönüşür. Farkında olarak ya da olmadan bu cemaatin mensubu olan kişi, herhangi bir fotoğrafı izlerken, cemaatin değer yargılarının karşılanıp karşılanmadığıyla ilgilenmeye başlar. Sanatın muhalif ve uyarıcı sesi kaybolur, tek sesli koroya dönüşür. Prototip anlayışa karşı çıkması beklenen bir uğraşın kendisi prototip haline gelir.

Bütün bu açılardan tekrar yukarıdaki fotoğraflara baktığımda fotoğrafların sahibini tanımadığım için, ilk baktığımdaki etkileşim beni ilgilendiriyor. Hangi ayarda, nasıl ve niye çekildiği ilk aşamada beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren bana temas edip- etmediğidir.

Yukarıdaki iki örnekten sağdaki fotoğraf benle daha çok temas kuruyor. Fotoğrafın durgun hali beni sarıyor. Ama daha ileri gidemiyor. Bunun nedenlerin biri, bu fotoğrafa söyleşi nedeniyle “koşullu” bir şekilde bakıyor olmam. Yani sen sorduğun için bakıyor olmam, doğal süreci engellemiş oluyor. Aşırı yoğunlaşmam ise zorlamadan ibaret olacaktır. Mail ortamında ve küçük boyutlu haline bakıyor olmam da bu etkileşime yansıyor (dezavantaj anlamında değil). Fotoğrafla karşılaşma zamanı ve biçimi de önemli. Aynı fotoğrafı farklı zaman ve koşullarda farklı algılayabilirim. Bu fotoğrafı sabah görseydim belki de fotoğrafla karşılıklı kahve

içecektim. İş yerinde ya da sergi salonunda görmem de sonucu değiştirebilirdi. Eğer ki fotoğrafa bakmadan hemen önce bir roman okumuş olsaydım hissettiğim şeyler yine değişebilirdi.

Ayrıca evimizin duvarında günlerce sabit duran bir fotoğraf zamanla kendi içeriği dışında yan anlamlar kazanabilir. Hatta bazen bu eklenenler içeriğin önüne bile geçebilir. Bir “anı toplayıcıya” ya da bir “eşya”ya dönüşebilir. Belki de çok sevdiğim bir fotoğrafı, şahitlik ettiği anılardan dolayı görmek bile istemeyebilirim. Susan Sontag’ın konuyla ilgili beğendiğim bir tespiti var. Ona göre herhangi bir fotoğraf sürekli olarak “şimdiki zaman”a aittir. Yıllar önce çekilmiş olsa bile “şu an” baktığım için, etkileşim de şimdiki zamanla ilgili oluyor. Örneğin yukarıdaki fotoğrafla ilgili düşüncelerimi yazarken yarıda kesip ertesi gün devam ettiğimde, artık tam olarak aynı fotoğraftan söz edemeyiz.

Kısacası fotoğrafla buluşma esnasında farkında olduğumuz ya da olmadığımız birçok yönlendirici bakışımızı etkiliyor. Fotoğraf basılmış olarak görmek bile ne kadar fark yaratabiliyor. Elbette ki bu kadar farklı bir durumu tek bir noktada sabitlemeye çalışmak imkansız. “Objektif olarak ne hissediyorsun” demek gibi tuhaf bir soru olur bu. Çünkü insanın duygu iklimi değişkendir.

Gelelim asıl can alıcı noktaya.

Bu fotoğrafa bakarken aynı zamanda arka plandaki mizansen, kurgu ya da teknik süreçleri de belirli bir oranda görebiliyorum. Çünkü ben “fotoğrafa bulaşmış” biriyim. Bu yüzden ruhsal ya da düşünsel etkileşim doyurucu bir şekilde gerçekleşmiyor. Örneğin film yönetmeni bir arkadaşınızla yan yana oturup, bir film izlediğinizde o daha fazla şey görecektir. O, filmi izlerken kamera açılarını, oyuncu performansını, sahne geçişlerini de görecektir. Her şeyden önce, izlediği filmin “senaryo” olduğu bilincini sürekli taşıyacaktır. Ama sizin yaşadığınız duygulanmayı o yaşamayacaktır. Çerkes Karadağ hocama göre; en kötü izleyici fotoğrafa bulaşmış izleyicidir. Ben de katılıyorum bu fikre. Bu yüzden ben kötü bir izleyici sayılırım. Yukarıdaki fotoğrafta, bulutlara nasıl karartma yapılmış olduğunu, fotoğrafın tonlamasının hangi araçlarla ve hangi niyetle yapılmış olduğunu da ister istemez görüyorum. Haliyle bazen “ben olsam nasıl yapardım”da diyebiliyorum.

Bugüne kadar yüz binlerce fotoğraf izlemişimdir. Çok fazla fotoğraf izlemek her zaman avantaj sağlamıyor. Birbirinin türevi sayılabilecek çalışmalar karşısında heyecanlanmam olanaksız. Nadir zamanlarda gördüğüm özgün ve yaratıcı çalışmalar beni duraksatıyor. Bazı belgesel fotoğraflarda da durup-düşünüyorum. Bazen de bir anı fotoğrafı beni etkiliyor. Geçtiğimiz günlerde yine onlarca fotoğraf izlememe rağmen beni etkileyen Mars gezegeninin NASA tarafından çekilmiş yüzey fotoğrafı olmuştu. Mekanik diye adlandıracağımız o fotoğraf beni düşsel bir yolculuğa çıkarmıştı.

Bir fotoğraf başarılı olarak değerlendirilse bile, benzerlerinin çokluğu onu vasatlaştırıyor. Galiba fotoğrafın konumunu hayatımızda biraz azaltmak ve sadeleştirmek gerekiyor. “Fotoğraf” başlığına sahip her kaynağı ya da her süreci takip etmek gereksiz bir yorgunluk ve faydasız bilgi sağlıyor. Makro çekmeyeceğimizi bile

bile onla ilgili haberleri ve fotoğrafları da takip etmek çok anlamlı değil. Kendimizle baş başa geçireceğimiz süreler bile, bana göre fotoğraf takip etmekten daha değerlidir.

Bizim gibi fotoğrafla ilgilenen kişilerin düştüğü kronik bir hata var. Bir fotoğrafı kendi duygumuz, fotoğrafçının düşüncesi, başkasının düşüncesi, olması gereken vs. gibi birçok başlığı birbirine karıştırarak yorumlamaya çalışıyoruz. “Ortaya karışık” yaptığımız bu emanet yorum haliyle biraz dağınık ve yüzeysel kalıyor.

Şöyle sormuştun; “Ne diyebiliriz? Sanat kaygını bir yana bırak ne çektiğine bak mı?”

Cevabım: Keşke…

Yorum

3 cevaplar
  1. ismail
    ismail says:

    çok güzel bir yazı olmuş.ellerinize sağlık.fotoğrafın bence zayıf yanı herkesin çekebiliyor olması…buna 4 yaşındaki kızımda dahil :)iyi bir fotoğraf, teknik açıdan ziyade ,” müthiş anı” yakalamak gibi geliyor bana 🙂 amatör olarak henüz böyle bir an yakalayamadım.tabi bunun için biraz seyahat etmek,sokağa çıkmak lazım.bu aşamayada birçok insan gibi emekli olduktan sonra geçeceğim sanırım.o zamanda fiziki ve ruhi yorgunluklar inşallah beni sarıp sarmalamaz :)ama sizin gibi gerçekten fotoğrafa gönül vermiş arkadaşları takip etmek çok heyecanlı :)kayseri bölgesinde çektiğiniz fotoğraflar çok güzel.gerçekten doğa ve insan sıcaklığını ,birlikteliğini farklı renk ve kadrajlama ile hissettiriyorsunuz :)yolunuz ve bahtınız açık olsun.

    Cevapla

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir