Yazılar

Aladağlar’ın Anlattıkları

“Dağlar bir başkadır” diyorlardı.    “Dağlar yücedir, dağlar aşktır””  diyorlardı.

Nihayetinde taş ve kaya değil miydi? Bu kadar sert şeylerden  nasıl da naif cümleler, şiirler çıkıyordu. Kayalıklar arasında tırmanarak en yükseğe çıkıyor olmak da neydi? Zirve denilen noktaya ulaşınca ne olacaktı?

Bu cümleler eşliğinde gittim Aladağlar’a. İki yarış bir aradaydı. Hem zirveye çıkılacaktı hem de fotoğraf çekilecekti. Tabi ki zirveye en önce çıkmak gibi bir yarış değil bu. Her yorgunlukta geriye ve tepeye  bakıp, pes etmeden kulvarı tamamlama yarışıydı. Bir bakıma insanın kendi sınırlarının yoklamasıydı. Daha önce dağcılık tecrübesi olanlar ve benim gibi ilk defa gidenler de vardı. Bazen tecrubelilerle, bazen de yenilerle sohbet ediyordum. Tecrübeliler ruhtan, hisden bahsederken yeniler yorgunluk ve susuzluktan bahsediyordu. Yeniler susuz kalma korkusuyla sırt çantasını suyla dolduruken , eskiler kendinden emin birkaç şişe su alarak yol alıyordu. “Yudum yudum içeceksiniz, sakın kana kana su içmeyin” diyorlardı. Fakat korkular galip geliyordu, daha fazla yük taşımak pahasına olsa da..

“Katırlar vardı, dik bir dağın yamacından sırtında yüklerle çıkıyorlardı. Her taraf sarp kayalıklarla dolu ve tek bir ağac gölgesi yoktu,  yüksekteydik, ayağımız kaydığında öleceğimiz yerlerden geçiyorduk”.. Bir rüyadan uyandığımda kullabileceğim kelimeler konuşmaya  başladığımı farkettim. Dağlar yavaş yavaş ne olduğunu göstermeye başlamıştı. Ufak bir rüzgarla, kendini anlatıyordu artık. Yolda durdurup, kendi heybetini izlettiriyordu. Kardan sularıyla emziriyordu.

Yürüdükçe sarmalıyordu dağ bizi.. Bir adım ötesinde yine kendi vardı.  Geriye dönemeyecek kadar yol kattetmiştik çoktan.. Sözcükler dışarı çıkmıyor, acemi dağcıların beyninde şiir olmaya çalışıyordu. Yukarı çıktıkça, enginleşiyordu insan. Yol aldıkça, kendine geliyordu. Her bir adımda, bir yükünü bırakıyordu geride.  Anlamını yitiriyordu, çoğu anlam verdiklerimiz.

İzle beni diyordu, doğa. Bunu kendin için yap. Bırak acemi filozofluğu, gel benden öğren diyordu. Ben hep burdaydım, sen daha bir kaç on yıldır burdasın diyordu. Bilgeler ve evliyaların kendini dağlara atması geliyordu aklıma. O öğretiler, o özetler bu sert kayalıklardan çıkmıştı.

Bir tebessümle aklıma geldi, çocuklarını o kurstan bu kursa gönderen bizim şehir bilgeleri. Rüzgarda üşümeden, yağmurda ıslanmadan, adım adım uzaklaşmışlardı doğadan. Bir kafe masasına hapsedilen ve sadece el değiştiren cümlelerle başbaşa kalmışlardı..

Ve geri dönme vakti gelmişti. Bizi bekleyen “biz”lere dönüyorduk. Tatsız bir eve dönüş yolculuğuydu. Neyi özlediğimiz konusunda kafalar karışmıştı. Özlediğimiz sıcak yatağımız mı yoksa “ben” miydi ?

Fotoğraf mı? Evet çektik bir şeyler işte..