Yazılar

Önüm, Arkam, Sağım, Solum Fotoğraf

Kendimizi gizlemek için ödediğimiz bedel, özgürce bırakacağımız bir yaşamın acılarından çok daha fazla. Buna rağmen tercihimizi genellikle “genel”den yana, gizlenmekten yana kullanırız. Bu giz zamanla , kendimizi anlatırken ortaya çıkacak olan  çaresiz ve kararsız cümlelere dönüşür. O kadar saklanırız ki, sonra kendimiz de bulamayız.

Gözlerden uzak, tenha bir yere giderek değil, kalabalığa koşarak saklanırız.  Etrafımızı saran kalabalık bizi gizler, tıpkı bizim de onları gizlediğimiz gibi. Yaşadığımızı hissetmek isteriz ama taşın altına elimizi koymak yerine ucundan tutarız. Masaya vurmak isteriz ama yumruğumuzu değil, dişimizi sıkarız. Tepkisizliğimizle yara alan benliğimizi  “zor tuttum kendimi” diye avutur ve onu kendimizce tutarlı bir hale sokarız. Satın aldığımız renklerin arkasına saklanıp, bizim adımıza konuşmasını bekleriz. Sonra o renklerin gölgesinde rengimizi kaybederiz. Elbiselerimizin rengi, biçimi, evimizin ve mobilyalarımızın hacmi,daha çok bizi göstermek için değil, gizlemek için olabilir mi?

Dedikodu, başkalarınının ayıpları arasında gizlenmektir. Özgeçmişimiz başarısızlıklarımızı, hayallerimiz şimdiyi, küçük itiraflar ise büyük kabahatleri gizler. Paylaştığımız herşey paylaşmadıklarımızı, söylediğimiz herşey söylemediklerimizi gizleyebilir. İki doğrudan sürekli masum olanı söylemek, yalan söylemekten daha yanıltıcıdır.

Hayatla oynadığımız bu saklambaç oyunu , fotoğraflara da yansıyacaktır elbette. Psikologların boş bir kağıda çizdirdiği karmaşık şekillerden yakalamaya çalıştığı kişilik özelliklerini, acaba fotoğraftlarda yakalayabilir miyiz?

Erns Haas; Fotoğrafınızdaki kısıtlamalar size bağlıdır; çünkü ne gördüğümüz kim olduğumuzdur. der. Esasında daima gördüklerimizden değil,  göstermek istemediklerimizden de gidebiliriz. Bize dair tercihlerin, bizim bir kusurumuza alamet olacağına duyduğumuz endişe bizi görmeye değil, göstermemeye itebilir. Diana arbus “bir sokağa çıktığınızda ilk önce insanların kusurları gözünüze çarpar” der. Gözümüze çarpan bu kusurları ise insanın kendisi değil, toplumlar yaratır.  Devler ülkesinde cüceler, cüceler ülkesinde ise devler kusurludur. Toplum çoğunluğa benzemeyeni kusurlu olarak tanımlar.  Bazı cüceler parmak uçlarında yürümeye çalışarak, bazı devler ise eğilerek benzemeye ve  gizlenmeye çalışır.

Başka bir yönüyle eksiklik duygusu her daim keşiflerin, davranışların, icatların itici gücü olmuştur. O yüzden ticari hayat, insanlar üzerinde yaratttığı eksiklik duygusundan beslenir. Kişinin gerçek eksikliğini farketmeden önce, ona çeşitli yapay eksiklikler verir. Eksikliğini giderme konusunda çareler arayan kişi bunu satın alarak tamamlayabilir ve kendisi için oluşturulmuş başka bir eksiğinin peşine düşebilir. Ancak, huzursuzluk duygusunu maddi olarak gideremeyenler, bunu gizleyerek erteler. Çarpık dişlerin kusur olduğunu düşünenler, fotoğraf karşısında tebessüm ederek bunu saklar.

Saklanmaya çalışılan  ayıp ve kusurlar (!),  daha çok, bir insanın, diğerini tarifinde kendini gösterir. Hem çok bilgili hem de sıska birini tarif ederken, genellikle sıska sıfatı başa konulur. Tariflerimizin popüler sıfatları fiziksel orantısızlıklara göre şekillenir. Stephen Hawking dediğimizde kafamızda zekasından önce özrü belirir. Kusursuz görünmek için başkalarının kusurlarını konuşuruz. Kendi kusurlarımızı konuşmak için ise psikologlardan randevu alırız.

Yine Diana Arbus bir Çin atasözüne dayandırarak, mutluluğun ancak bir sıkıntının ertesinde gelebileceğini söyler. Bunu bilenler, elbette bundan istifade etmek için, moda silahıyla önce sıkıntıyı oluşturur, sonrasında ise bu sıkıntıyı çözmeye aday olur.  Böylece gerçekte bize ait olmayan sıkıntılar için, yine bize ait olmayacak mutluluklar ediniriz. John Berger tüketim dünyasının tetikçisi sayılabilecek “reklamlar”la ilgili olarak benzer bir düşünceyi şu şekilde ifade eder. “Reklam alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar”

Fotoğraf çekerken kullandığımız teknik yönelmeler ve tercihler de farkında olmasak bile bize dair kimi şifreler barındırır. Fotoğrafa yeni başlayanlar ya da uzun süre geçse de yeni başlıyormuş gibi yapanlar genellikle genel plan tercih ederler. Çok güzel ve uzun konuşup, hiçbirşey söylemeyen konuşmacılara benzetiyorum bu fotoğrafları. “Genel” kelimesi özel, kişisel olmayan durumlar için kullanılır. Bu yüzden “genel manzara fotoğrafları” sadece “izleyiciler” için çekilmiş gibidir. İçinde olmadığımız bir dünyaya, uzaydan bakmak gibidir. Genel fotoğrafar gördüğümüzden ziyade, çoğunlukla göstermediklerimizi temsil eder. Çünkü fotoğraf bir görme biçimi olduğu kadar, bir göstermeme biçimidir. Hayata geniş bir bakış açısıyla bakmayı, geniş açılı objektife indirgeyen teknik bakış, çoğu zaman daha çok nesneyi kadrajda göstermeyi marifet zanneder. Kadrajına kendisinden başka herşeyi koyar. Herşeyi uzaklaştırır. Kendi dışına, kendisiyle ilişkilendirilmeyecek bir uzaklığa iter. Bu mesafe çoğu zaman konusuyla kendi arasındaki uzaklığı ifade etmez. Bu aralık daha çok izleyiciyle, fotoğrafçı arasındaki mesafeyi açıklar.  Özel bir detay ve anlam tercihinde bulunmayan genel fotoğraflar, seyirlik olmanın ötesine geçemediği gibi, izleyiciyle sohbet kapısını çoğu zaman açamaz. Genel manzara fotoğrafları, görüntü dünyasının genel bitki örtüsü gibidir.

Kamera arkasında yaşadığımız deşifre olma endişesini kamera önünde de yaşarız. Tek başına çekildiğimiz fotoğraflarda daha tedirgin oluruz. Objektifin bizi hepten deşifre edeceği zannını yaşarız. Hafif sağa ya da sola dönerek gizlemeye çalıştığımız kusurlarımız için deklanşör sesini kollarız.  Buna rağmen topluluk fotoğraflarında daha haylaz, daha cesur bir tavır takınırız. Topluluğun bir parçası olmak rahatlatır. Kabul edilmişliğin rehaveti, ait olma, saklanma, korunma, sığınma gibi bir çok rahatlatıcı unsur vardır çünkü. Topluca çekilmiş fotoğraflarda daha fazla güleriz. Tek olduğumuz fotoğraflarımızda ise çoğunlukla gülüyormuş gibi yaparız. İç dünyamıza yapılacak olası bir yolculuğun giriş kapısı olan gözlerimizde,  bakışlarımızla nöbet tutarız. Gözlerimize oturtmaya çalıştığımız nötr bakış, gülümsemenin inandırıcılığını geçersiz kılar. Bu, duygusal ve çalkantılı iç dünyamızın  grafiksel göstergesini, ölümle eşdeğer tutulabilecek düz bir çizgiye zorlamak gibidir.

Başta merasim, eğlence ve özel gün fotoğrafları olmak üzere, çoğu fotoğraf, başkalarına izletmek için çektirilir. Bu; toplumla, görseller üzerinden iletişim kurma şeklidir. Bu tür fotoğraflar kısa ve özgeçmişimizin görsel bir temsilcisi gibidir. Kim olduğumuzu göstermeye çalıştığımız bu fotoğraflar, aynı zamanda kim olmadığımızı da gösterme amacı taşır. Bu yüzden duvarlara astığımız fotoğraflar hayatımızın takdir edilmiş ve onaylanmış kesitlerinden oluşur. Başarımızın tescili olan mezuniyet fotoğrafları, bilgisiz biri olmadığımızı söyler. Düğün fotoğrafları ise aile kurabilme yeteneğimizin, karşı cins tarafından kabullenilişimizin bir sembolü olur ve diğer reddedilişlerimizi saklar. Hayatımızın başarısızlığına işaret olan delilleri duvara asmadığımız gibi onları genellikle yok ederiz.

Kişisel hayatımızda bile bu kadar tesiri olan fotoğraf  her türlü sistem için hem tehdit hem de bulunmaz bir nimet olma özelliği taşır. Çünkü fotoğrafların kamuoyu oluşturma ve yönlendirme gücü vardır. İktidarlar, tehditleri,  genellikle estetize edilmiş alternatiflerini yaratarak yok eder. Bugün tehdit niteliği taşıyabilecek fotoğraflar varsa bile, bize her gün defalarca sunulan genel manzara fotoğrafları arasında onları göremeyiz.

Çerkes Karadağ bir röpartajında şöyle der; “Ben herhangi bir fotoğrafı izlerken çerçeve dışına bırakılmış gerçeğin ne olabileceğine dair varsayımları da görmeye çalışırım. Çerçeve bir tercihtir ve aslında gerçeği gizlemektedir. Görmek istemediğimiz şeyleri ,fotoğrafçı çerçeveleyerek aslında gizlemektedir.”

www.huseyintaskin.com