Kahverenginin Yoksul Tonları
İletişim fakültesinde okuduğum yıllarda renklerin anlamını, psikolojik etkilerini, kültürlere göre izafiyetini içeren kimi görsel dersler almıştım. Özellikle kahverenginin anlamı, o zamandan beri aklımda kalmıştı. Kahverenginin birçok kültürde zenginliği temsil ettiği, bu yüzden de çoğu şatafatlı yaşam yerlerinde bir dekoratif unsur olarak yeraldığı söylenmişti. Kimi zaman pahalı otellerde, kimi zaman da gösterişli mobilyalarda kendini göstereren bu rengin elbetteki başka anlamları da var. Ama, en çok aklıma yer eden, köklü zenginliğin bir simgesi olmasıydı.
2007 yılında, bir insani yardım kuruluşunun yardım kampanyası için gitmiştim Nijer’e. Ansiklopedik kaynaklardan edindiğim güncel bilgilerde, dünyanın en fakir ikinci ülkesi olduğu yazıyordu. Ortalama insan ömrü olarak da 40 rakamını gösteriyordu. Gelişmiş ülkelerde 40’a yaklaşan evlenme yaşı, bir anlamda yeni bir başlangıç iken, onlar için “ölüm”e denk geliyordu. Afrika’nın çaresizliğini resmeden onlarca görüntüyü, herkes gibi ben de çok kez görmüştüm. Onlar, yemeklerin çöpe gitmemesi için söylenen “bunu bulamayanlar da var” öğüdünün gizli özneleriydi. Çoğu zaman da “haline şükret” tesellisinde terazinin diğer tarafıydı. Dünyanın rehabilitasyonu için dünyaya gelmişlerdi sanki (!) . Onların fotoğrafını gördüğümüzde biraz üzülmeli, sonra da küçük bir bağış yapmalıydık. Bu şekilde bize keyif ve mutluluk vaad eden evlerimizde daha konforlu bir yaşam sürebilir, gözümüzden bile sakındığımız çocuklarımızı daha rahat sevebilirdik. Ne de olsa insanlık namına görevimizi yapmıştık.
Uzun bir yolculuktan sonra ulaştığım Nijer’in köyleri, ülke ortalamasının da altında bir yaşam seviyesindeydi. Hiçbir şey yok ve her şey alabildiğine kahverengiydi. Yüzler, eller, kıyafetler. Rüzgar kahverengi esiyordu. Toprak, herşeye kendi rengini vermişti. Sular da kahverengiydi, bakışlar da.
Özellikle çocukların insanı donduran, hapseden bakışları vardı. O durgun, o mat küçük bakışlar, çok farklı duygulara sürüklüyor insanı. Tüm duygu halleri o küçücük gözbebeklerine sığmıştı sanki. Bu, hızlı büyüyüp, erken ölmek zorunda olanların bakışıydı. Olgun ve yaşlıydı gözler. Optikten süzülerek zihnimi sarsıyordu. O bakışların tesiriyle, bu defa ben küçücük kalıyordum.
Yüzlerce fotoğraf çektim, ordaki yaşamı bir kez daha kendime ve başkalarına hatırlatmak için. Ama 2007’de çektiğim bu fotoğrafların üzerinden geçen 5 yılda, insanlar daha fazla kahverengi eşya edindi, daha fazla lüks tüketime yöneldi, daha komik şeyleri kaygı etti ve tuhaf şeylere ağladı.
Bu yazı Anafot Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Hüseyin Taşkın